SONSUZ BEKLEYİŞ..

Sonsuz bir bekleyiş ve sonsuz bir umudun yalnızca kedere işaret ettiği yaşamımda, kendime dair ne varsa bir keder kuyusunda boğuluyordu. Zapt edilmiş her umudum türlü türlü keder zindanlarında can çekişiyordu. Aşka dair her kelimeyi suskunluğum ile açıklayabilsem de kimi hainliklere suskunluğun bile çare olamadığını anlamıştım. Yazık ki; insan, uzun yaşamı boyunca bakışlarını emanet edebileceği birkaç dosttan gayrısını bulamıyordu ve bir keder işkencesi ancak bir dostun bakışı ile hafifleyebiliyordu. Hafifliği yardan bulamayan ben, dosttan yana kem talihime kurban gitmemek için dualar ediyordum. Hakkımda edilen dualarla, hakkında ettiğim duaları kıyasladığımda devrik cümlelere sığdırılan aşkın, beni daha çok devirdiğini görüyordum. Ben, keder kuyularında mahpus edilmiş biriydim ve artık ebedi kurtuluştan ziyade, bir bakışlık kaçışlarım vardı yalnızca. Bir kaçışın bin kaçış olacağı günü bekliyordum.

Bekleyişlerimin beyhude olacağından habersizdim. Tüm beklentilerin aslında boşa çıkmak için olduklarına ve tüm kederlerin aşkın cellâtlığına soyunduklarına inanmaya başlamıştım. Her tanım boşa çıkıyor, her uğraş bir sonrakinin yanında deryada katre gibi kalıyordu. Aşk büyüyor, keder büyüyor; ama ben küçülüyordum. Aşk büyürken küçülmeye itirazım yoktu da keder büyürken küçülüyor olmak o ince kalp sızısını tarifsizleştiriyordu. Anlayamıyordum; tarifi olmayan şeyin tahammülü olur muydu? İnsanlar şunu bilmeliydi; istedikleri sınırsız ve sonsuz bir aşksa, her duygunun sınırsızlığı ve sonsuzluğu ile yüzleşeceklerdi. Keşfetmiştim; aşk, sınırsızlığa bile hükmediyordu ve bu hükmediş sırasında elinde tuttuğu kırbaç, kederdi. Kederimin kaderim oluşuyla, aşk; yazgım oluvermişti. Aşk ile hükmedilen kâinatta tüm âşıkların yolculuğunun adı kederdi.

Kederim aşk ile büyüyor; ben, aşk ile küçülüyordum. Birçok şeyden gönüllü olarak vazgeçebiliyordu insan; ama bir vazgeçiş kendine dair olduğunda ebediyen kendini özlemeye mahkûm oluyordu. Benim mahkûmiyetim ise bunun bile ötesindeydi. Vazgeçememeye ve kendini hiç özlememeye mahkûmdum. Kendimden uzak kılınmıştım; ama ilerlediğim kader çizgim kendime varmıyordu. Vardığım yer dipsiz bir keder kuyusuydu ve ben, durdurulamaz bir pervanelikle yârin gözlerindeki bakışlara uçuyordum. Bir bakışın zamanı durdurabildiğini o zaman anlamıştım. Zamanım durmuştu ve ben, durmuş bir zamanın içinde durmadan büyüyen bir aşkın kurbanıydım. Zaman; aşktan büyük olması gerekirken, aşk; bir gerekliliği daha yıkıyor ve zamanı un ufak eyliyordu. Kimilerinin aşkın bitiricisi olarak anlattığı zaman meğerse aşkın, kendini küçük parçalara bölüp saklanmış haliymiş.

Zamanda saklanan aşk, kederde şahlanıyordu. Çırpınışlarım boşa çıkıyor ve aşkın girdabıyla yâre ait parçalara sürükleniyordum. Sürüklenişlerin aslında lütuf olduğunu sonradan anlayabilecektim de yârin kendisi, hala, bana verilen lütuf dairesinde değildi. Kim bilir, belki de asıl lütuf yardan ayrı kalmaktı. Yağmurun bile bir bereketi varken, keder ile dökülen gözyaşlarının beyhude olacağına inanasım gelmiyordu. Âşıkların, aşka hayranlığına sebep aramamayı öğrenişim böyle olmuştu. Kabullenişlerin dirençsizlik olmadığını ve hatta bazen vuslatı beklemek için umudu saklamak gerektiğini de böyle öğrenmiştim. İnsan, aşkı korumalıydı. Her şeyden; ama illa ki, önce kendinden. Anlamıştım ki; kendimden koruduğum aşk; gönlümü, kederden huzura uçuracaktı ve ben, keder iklimlerinde doğsam da huzur iklimlerinde ölecektim.

Popüler Yayınlar