SÜKÛNET...
Bedeli, var olmadan önce ödenen sükûnet, ayrılığa gebeydi. Hicran ile inleyen ruhlar aslında hainlerin kahrından korunuyordu. Hicran; ceza değildi. Hicran, aşığın korunma yöntemiydi. Kavuşsa, değerini bilmeyen ellerde yok edilecekti. Satılacaktı, az bir dünya menfaatine karşılık. Gözünü, gönlünü, ömrünü feda ettiği uğurda değersizliğini keşfedecekti. Cehennemi söndürebilecek gözyaşlarının yerinde nefret peyda olacaktı. Aşk için yaratılmış bir ruh, hainliğin temsilcisine kurban edilmezdi. Yalanlar, kirli gönüllerin sarmaşığıydı. Âşıklara ise cennet bile hayrandı. Bu yüzdendi vuslatın imkânsızlığı. Âşık, safiyeti ile bilmezdi karanlıklardan ne çıkacağını, bilmezdi bazı mermer kalplilerin aslında kalpsiz olduklarını. İsterdi. Aşk derdi ve maşuk için inlerdi. Bu kadarı kâfi biçilirdi kaderine; zira ötesi hiç kimsenin kaldırabileceği bir yük değildi. Hicranın bile bir lütuf olduğunu böyle anlamıştım
Sessizdim. Sükûnetime bedel olarak ödediğim, hayallerim olmuştu. İçinde yârimin olduğu cennet bahçelerindeki hayallerimi, cehennem çukurlarında kaybetmiştim. Sorsanız suçlu bendim, mücrim ben, akılsız yine ben. Oysa ben onları en başında zaten feda etmiştim. Asıl hüner vefadaydı ve ben, ne aşkı verene ne de aşkın kendisine vefasızlık eylemiştim. Şimdi bir hüzün çukurunda boğuluyordum. Hicranın yakıcılığı, hüznün sonsuzluğu ile birleşmişti ve tek hissettirdiği nefessizlikti. Nefes alamadığım halde ölemiyor, var olmadığım halde kavur kavur yanıyordum. Bütün bu hengâmede düşünebilmeyi becerebildiğim şey ise, aynı yangının yârin de gönlünde olup olmadığıydı. Bir an karşılıksızlığına inanıyor ve daha çok yanıyordum. Sonra varlığını kabul ettiriyordum gönlüme; ama bu kez de yârin de yandığı düşüncesi daha çok yanmama sebep oluyordu. Yangından kaçış yoktu da; yangında, nasıl oluyordu da daha da çok yanıyordum. Anlamamıştım.
Benim yâre olan bağım Hakk’a olan bağım ile güçleniyordu da yârin bana olan bağı Hakk’sızlıktan dolayı silikleşiyordu. Hakk’ı tanımayan neyi tanırdı ki, diyordum. Tanımazdı. Yar, Hakk’sızlaştıkça ben Hakk’a yürüyordum. Aşk yolculuğunun özünün bu yürüyüş olduğunu görüyordum da, yine de yalnızlık ağırıma gidiyordu. Kendi bahtıma kırılıyor, kendi bahtıma küsüyordum. Yardan gelecek tek bir kelimeye meftunken, bulabildiğim ıssızlıktan başkası olmuyordu. Hesapsızdım. Hesapsızlığımın beni sahipsiz bırakacağından haberdar değildim. Ümitsizliğe boğulmuş ve girdaplarda kaybolmuştum. Aşkın kendisine olan sadakatimin en büyük nimet olduğunu o zamanlar bilmezdim. Ben aşka bildiklerim ile bağlıydım da; meğer aşk bana bilmediklerim ile sahip çıkarmış. Hesap etmedikçe kazanmışım, sahipsizliğime takılmadıkça sahibime varmışım. Kalbi olmayan bir yâre kalbimi vermişim de, Hakk’a böyle varmışım.
Aşkı kelimelere sığdırma çabası beyhudeymiş. Var olan hakikatin zerresini anlatamayan kelimeler; ancak suskunluğa işaret ettiklerinde anlam kazanıyorlardı. Âşıklar ile hainler arasındaki en derin fark; birinin kelimelere hiç ihtiyacı yoktu, diğerinin ise, var edilen tüm kelimeleri kullansa bile, anlatabilecek hiçbir şeyi yoktu. Ben, kendi yolumu seçmiştim. Hakk’a varışım beni hainlikten sıyıralı çok olmuştu. Bedeli ağır olan sükûnet benliğimi sarmalamışken, hicran lütfu ile de korumaya alınmıştım. Herkes hak ettiğini buluyordu. Bütün âşıkların bahtına işlenen yalnızlığın sebebini sükûnetin hükümranlığında anlamıştım. İçime işlemişti, Yusuf Peygamber haklıydı; aşkın kirli gönüller ile işi olamazdı. Kalbini koruyamayanın aşkını da koruyamayacağı belliydi. Savrulan umutlar, âşıkların bahtında olmasa bile akıbetinde toplanıyorlardı. Aşk; kandan damlalar ile bahta işlenen bir kanaviçe ve Aşk; ışıktan hüzmeleriyle cennet üstü cennetti.