YÂRE SÜKÛT...
Bir sebepler zincirinin sonumu hazırlayacağı gün gelmişti. Yârin adına feda edebileceğim bir şey kalmadığında; aslında çoktan gözden düştüğümü ve belki de hiç göze girememiş olduğumu anlamıştım. Kimileri aşkı neşe ve huzur olarak bilirdi de; hakikatte, âşıkların bahtına düşen kederden başkası olmazdı. Ben, bahtıma düşen kederleri sindirerek aşk ile yanıyordum. Kurtuluş yollarımın hiçbirisi izlediğim yol ile kesişmiyordu ve kaderimin karanlık gecelerdeki serzenişlerimden başka bir şey olmadığını iyice özümsemiştim. Meğerse fedakârlık denilen şey; bencil insanların, yufka yürekli âşıkları uyutmak için kullandıkları bir ütopyaymış. Var olmayacak bir hayale kendimi adayacak kadar âşık ve bunu bilse de umursamayacak kadar tutkuluydum ben. Gün gelip de bu tutkunun içimdeki ülkelere ölümü getireceğinden habersizdim.
Yolculuğumun başında kendim olup sonunda kendi oluşluğumdan kopuşumla kalbimi ateşlerde yaksam da; günlerimin aşka, gecelerimin yâre çıkacağını umut etmiştim. Anlar bitiyor, zaman parçalanıyor, günler aşka çıkıyor; ama geceler yâre değil, cehennem çukuruna sürüklüyordu beni. Anlamıştım, içinde sonsuz mutluluk bulunan aşklar yalandı. Direncim yokluğun belini kırmış, sabrım kâinatı sarsıntıya vermişti; ama yârin gönlündeki tek bir yaprağı dahi yerinden oynatamamıştım. İnançsızlığım kelimelerin kifayetsizliğinden değildi; bu aşk, kalbimi parçalıyorken nasıl oluyordu da yârin kalbi hala yerinden fırlamamıştı? Âşık dediğin derdini kelimeler ile değil lisan-ı hal ile anlatmalıydı ve kelimelerimden korkan yârim, kalbimi gerçekten görebilseydi varlığından utanırdı. Bir aşkın peşinde bin parçaya bölünüşüm böyle olmuştu. Bölünerek büyüyordum; ama yârim büyüklüğüme yetişemiyordu. Büyürken küçülüyordum; ama yârim çelişkilere gizlediğim aşkımı anlamıyordu.
Aşkın, aslında imkânsızlık sınırında bir destan oluşunu ve âşıkların kahraman olsalar da, hiçbir zaman değer bulamayacağını böyle anlamıştım. Dünya ile aramda her bağı koparıp yârim ile aramda hiç bağ kuramamış olmamla yüzleşiyordum. Alnım ak çıkıyordum da kalbimde ve bahtımda karalıktan başkası yoktu. Yine de kaderime biçilen bu kederleri itirazsız kabul edişimden pişman değildim. Âşıklar bilirdi ki; sonu ne olursa olsun aşktan daha lezzetlisi yoktu ve bu lezzeti reddetmek ihanetler ötesi bir ihanetti. Üstelik aşkın temsili olan en asil Lale’ler, aşktaki neşeyi bu lezzette bilmeliydi. Aşkın bir tüyüne varlıkların tümünü değişmeyişim bunu bilmemle olmuştu. Her keder girdabı beni vuslattan uzaklaştırsa da yâre yaklaştırıyordu ve ben, yâre yaklaştıkça bir başka keder girdabına yuvarlanıyordum.
Zannediyordum ki; kâinatın var edildiği günden beri bu işkencedeydim ve kıyamet çoktan kopmuştu da; ben, hala kendi çilemi yırtıp çıkamamıştım. Şaşırıyordum, aşk diyen bunca insan varken, neden çilesini yırtamayan bu kadar azdı? Ama anlıyordum ki; aşk demekle âşık olunmuyordu. Sonsuz çilenin karşılığı sonsuz sabırdı ve âşıklar, çileyi de sabrı da kendi kalplerinde tutarlardı. Sabrettikçe çileye mahkûm oluşum ve çilemin, sabrımı yeniden doğurması da böyle olmuştu. Kederimin sabrımı da boğacağından ve yalın bir sessizlik ile yalnızca kederime bağlanacağımdan o zamanlar habersizdim. Ancak, habersizlikte olan sadece ben değildim. Gün gelecekti ve dünyaya olan sükûtum yâri de vuracaktı. Kendimi yardan uzak tutma çabam da yârin sükûtum ile vurulacağı bilgisi gönlüme düştüğünde olmuştu.