YAR VE HAR...
Bazı ıstırapların gözyaşını bile kuruttuğunu bilmezdim. İçimdeki yangının tek ilacı, serinleticisi gözyaşlarımı kaybettiğimde sonu gelmez bir yola girdiğimi çok sonra anladım. Yol; yalnızca kendine çıkıyor, yalnızlığa olan mahkûmiyetim ise kendisi ile taçlanıyordu. Önümde açılan anlam kapılarından geçemedikçe, arkamda beliren yalnızlık çukurlarına yuvarlanıyordum. Kurtuluşum umutlarımdaydı, umutlarım yârin dilinde; ama o dilin aşk diye bir kaygısı yoktu. Varsa akıldı, yoksa hiçbir şeydi. Her akıl kendi gönlünü hançerlerdi; ama bu kadarı kendi kendine zalimlik değil miydi? Kendine zalim olan bir dil, kime merhamet gösterebilirdi ki? Bahtına düştüğüm yârin ahında bile yerim yoktu. Varlığım birkaç kelimeydi. O da: Var mıydım ki?
Yoktum. Varlıkta gözüm olmadığı gibi yokluk beni kaygılandırmıyordu da. Anlaşılmayı beklediğim zamanlardan geçeli çok olmuştu. Değerim bir yanlış anlaşılma kadar değildi. Değeri bilinmese de lütfedilenin değerini bilendim ben. Bildiklerimle titreyişim böyle başlamıştı. Farkındaydım ki gönlüme dolanları ortaya dökmüş olsaydım, yârin dudaklarında beliren o son tebessüm de uçup gidecekti. Kıyamadım. Ben, hiç gülmeyen olaydım da; o, ağlayan olmayaydı. Suskunluklara, karanlıklara mahkûm olaydım da; dünyasında tek bir karabasan pervaz etmeyeydi. Böylece anlayışsızlıklara mahkûm edilmiştim. Acının yâre düşen payını da taşımaya kalktığımda, hafızasındaki ismimin silikleşeceğinden bihaberdim. Yine de habersizliğim bununla sınırlı değildi. Evvelimi bilsem de ahirime dair bir fikrim yoktu. Tek bir hissiyatım vardı: yokluk!
Aşkın en parlak bakışları bile donuklaştırdığını anlamıştım. Kendi içimde ışıldasam da hicran yangını ile dışarıya vuran yalnızca is ve kara dumandı. Aşkın sonsuz hallerinden bula bula tek karanlık hali bulmuştum. Bahtıma düşen yar değil har olmuştu. Yar ve Har… Ne de farksızlardı. Her nefes kalbimi daha çok yakıyor, her yakış yâri daha çok anımsatıyordu. İçime düşen ateşleri görse; güneş halinden utanır, yıldızlar yörüngelerini kaybederlerdi. Ama ben saklıyordum. Yangınımı yardan, ateşimi âlemden gizler olmuştum. Halim Yaradan’a emanetti. Emanetçilerin en güvenilirine. Vuslatın, ufuk çizgimi terk edişine böyle katlanabilmiştim. Bundan böyle ben, yalnızca bir “ah”tım ve her içli sine bir aşka düştüğünde, bir parçası da ben olacaktım. Savunmasızlığım beni aşksız kılmamıştı. Beni aşk kılmıştı ve bu oluş yârin gönlünün tam ortasındaydı.
Bir çöle düşmüş su damlası gibiydim. Kavruluyor, buhar oluyor, görünmüyordum. Yok, oluyordum; ama aslında varlığın özüne intikal ediyordum. Tüm bu dönüşümleri bir ben biliyordum. Yârin ne benden ne de Har’dan haberi vardı. Yaşadığım dünya hiçbir gerçeklik ile örtüşmüyor; ama her hakikati kapsıyordu. Dünyamdaki her hakikat ise tek bir hakikatin parçalarıydı: Aşk! Artık ahım aşktı ve öyle büyümüştü ki; aşk bile ahım kadar olmuştu. Sessizliğim kadar bir ah büyütüyordum. Hiç konuşmuyordum; ama kâinatı yakıyordum. Tüm kirli gönüller de bu yangında yanaydı da kara lekelerinden arınıverirlerdi diyordum. Gönlüme düşeni bahtımda da arıyordum; ama tek bulabildiğim, bana kendi ismimi bile unutturan bir isimdi. Bir har vardı birde yârin ismi. Bir kaderim vardı ve kaderime bu aşk dağlanarak yazılmıştı. Yanan bendim, izi ebediyen kalbinde taşıyacak olan ben.