YANKI...
Herkesin aşina olduğu; ama hakikatine çok az kişinin erebildiği bir efsanenin ortasındaydım. Şimdiye kadar geçtiğim her kapı, beni bir aşk meydanına çıkarmıştı da; ben, gösterdiğim erlik ile değer bulacağıma gözü karalığım için yargılanıyordum. Gözlerimi yâre kapatışım böyle olmuştu. Yine de bir göz kapatışın aşka sırt çevirmek olmadığını ben biliyordum da yârin, aşka dair inceliklerden haberi yoktu. Habersizliğini yargılamadım. Yargılamayışım bir iyi niyet ya da ihmal değildi. Biliyordum ki; yargılasam bile gönlüm yârimi haklı çıkaracaktı. Yar, hep haklı çıkandı ve ben, hiç haklı olmayandım. İşte bu çetrefilli tezatlık yüzünden bir an olsun gözlerimi kapatıvermiştim. Gözlerimi kapatmamın beni karanlığa iteceğinin ve hayallerimdeki yâre saplanacağımın farkında değildim. Artık anlamıştım ki; gözlerimi de kapatsam güneşi de söndürsem, kaderimde aşk çizgisinden çıkmak yoktu ve ben, kâinatta bulunduğum her noktaya aşkın halelerini bırakıyordum.
Bir hale bin haleye gebe oluyordu. Sessizce her yere nüfuz ediyor ve aşk; beni, kendisini temsil etmeye zorluyordu. Biliyordum ki; içine düştüğüm derin kuyulardan yâre tutunarak çıkabilirdim; ama elimi her uzattığımda ulaşılmazlığın eteğinden tutuyordum. Anlamsızlığın kıyısına vuruşum da böyle olmuştu. Serzenişlerim ve çırpınışlarım hiçbir yerde hiçbir göz tarafından görülmediği gibi yârin kalbinde de yankılanmıyordu. Yârin kalbinde yankı bulamayan her çığlığım ruhumu delip geçiyor ve ben, bir karanlıklar koridorunda kendi aşkımın yankıları ile yüzleşiyordum. Yankılarımın beni benden alacağından ve beni, yârin sonsuz hükmüne köle edeceğinden o zamanlar haberim yoktu. Neden sonra anlamıştım bilmiyordum; ama ben, artık yalnızca yankılarım ile tanımlanabiliyor ve yalnız onları tekrar duyabildiğimde varlığımdan emin olabiliyordum. Varlık ile yokluk arasındaki son kalem buydu.
Öyle bir küçülmek ile küçülmüştüm ki; iki zıtlığın arasında sıkışmıştım. Varlığım yankılara bağlıydı, yokluğum aşka. Aşk vardı; ama yârim yoktu. Bu aradalık halim ile hiçbir şeyi tanımlayamıyor ve yaptığım hiçbir tanım da bir şeyi tam olarak anlatmıyordu. Tanımlara isyan edişim böyle olmuştu. Âşık; aşk için, aşktan gayrısına isyan edendi ve adımın asiye çıkmış olması âşıklığıma gölge düşürmüyordu. Korkaklığımla anılacağıma asiliğim ile yargılanmayı kabullenişim de böyle olmuştu. Kabullenişlerimin yâre meydan okumak olduğunu o zamanlar fark etmemiştim. Meğerse aşk için atılan her adım aşığı, yârin cismaniyetinden uzaklaştırıyormuş ve ben, karanlık kuyuları alt üst etsem, yalnızlığa meydan okusam, kederim ile sırdaş olsam da yine yarsızdım, yine yarsız. Bir aşk destanında bana kalan ise yankılarımdı. Yankılarımı yardan hatıra bilişim böyle olmuştu.
Hüzün kokulu tebessümleri dahi terk etmiştim. Arada bir içine daldığım rüyalardan yâre ait tebessümler ile çıkıyor, ruhuma az da olsa serinlik üflüyordum. Şimdi ise rüyalarım bile karanlığa çakılmıştı. Bir bakış ile canlanır sandığım ruhum; tüm dayanaklarını yitirmiş, hicrana maruz kalan benliğim tarumar olmuştu. Vuslatın varlığından vazgeçişim bu dağılmayı kabullendiğimde, kendimi bağladığım aşktan sıyrılamayışımsa dağılsam da aşkın her zerreme hükmetmesiyle olmuştu. Anlamıştım ki; aşk yolculuğunun sonu yoktu. Kapı içinde kapı, geçit içinde geçit vardı. Tüm kapıların ve tüm geçitlerin aslında birer hicran koridoru olduğunu sonradan anlayabilecektim ve görecektim ki; âşık ruhum, cehennem koridorlarına hapsedilse de diyeceğinden vazgeçmeyecekti. Vuslattan vazgeçmek aşktan vazgeçmeyi getirmemişti.
Bir hale bin haleye gebe oluyordu. Sessizce her yere nüfuz ediyor ve aşk; beni, kendisini temsil etmeye zorluyordu. Biliyordum ki; içine düştüğüm derin kuyulardan yâre tutunarak çıkabilirdim; ama elimi her uzattığımda ulaşılmazlığın eteğinden tutuyordum. Anlamsızlığın kıyısına vuruşum da böyle olmuştu. Serzenişlerim ve çırpınışlarım hiçbir yerde hiçbir göz tarafından görülmediği gibi yârin kalbinde de yankılanmıyordu. Yârin kalbinde yankı bulamayan her çığlığım ruhumu delip geçiyor ve ben, bir karanlıklar koridorunda kendi aşkımın yankıları ile yüzleşiyordum. Yankılarımın beni benden alacağından ve beni, yârin sonsuz hükmüne köle edeceğinden o zamanlar haberim yoktu. Neden sonra anlamıştım bilmiyordum; ama ben, artık yalnızca yankılarım ile tanımlanabiliyor ve yalnız onları tekrar duyabildiğimde varlığımdan emin olabiliyordum. Varlık ile yokluk arasındaki son kalem buydu.
Öyle bir küçülmek ile küçülmüştüm ki; iki zıtlığın arasında sıkışmıştım. Varlığım yankılara bağlıydı, yokluğum aşka. Aşk vardı; ama yârim yoktu. Bu aradalık halim ile hiçbir şeyi tanımlayamıyor ve yaptığım hiçbir tanım da bir şeyi tam olarak anlatmıyordu. Tanımlara isyan edişim böyle olmuştu. Âşık; aşk için, aşktan gayrısına isyan edendi ve adımın asiye çıkmış olması âşıklığıma gölge düşürmüyordu. Korkaklığımla anılacağıma asiliğim ile yargılanmayı kabullenişim de böyle olmuştu. Kabullenişlerimin yâre meydan okumak olduğunu o zamanlar fark etmemiştim. Meğerse aşk için atılan her adım aşığı, yârin cismaniyetinden uzaklaştırıyormuş ve ben, karanlık kuyuları alt üst etsem, yalnızlığa meydan okusam, kederim ile sırdaş olsam da yine yarsızdım, yine yarsız. Bir aşk destanında bana kalan ise yankılarımdı. Yankılarımı yardan hatıra bilişim böyle olmuştu.
Hüzün kokulu tebessümleri dahi terk etmiştim. Arada bir içine daldığım rüyalardan yâre ait tebessümler ile çıkıyor, ruhuma az da olsa serinlik üflüyordum. Şimdi ise rüyalarım bile karanlığa çakılmıştı. Bir bakış ile canlanır sandığım ruhum; tüm dayanaklarını yitirmiş, hicrana maruz kalan benliğim tarumar olmuştu. Vuslatın varlığından vazgeçişim bu dağılmayı kabullendiğimde, kendimi bağladığım aşktan sıyrılamayışımsa dağılsam da aşkın her zerreme hükmetmesiyle olmuştu. Anlamıştım ki; aşk yolculuğunun sonu yoktu. Kapı içinde kapı, geçit içinde geçit vardı. Tüm kapıların ve tüm geçitlerin aslında birer hicran koridoru olduğunu sonradan anlayabilecektim ve görecektim ki; âşık ruhum, cehennem koridorlarına hapsedilse de diyeceğinden vazgeçmeyecekti. Vuslattan vazgeçmek aşktan vazgeçmeyi getirmemişti.