SIR...



Her ayrılığın bir vuslata çıkması gibi, sessizliğim de durgunluğa çıkmıştı. Durgundum; ama içimde bulunan hicran ateşinin en ufak bir tereddüdü yoktu yanmaktan. Anlamıştım ki; yangınım bana kılıçtan keskin, kıldan inceydi de başkalarının yangının varlığından haberi bile yoktu. En acısı da yârin habersizliğiydi başlarda. Sonraları ateşin boyu ufkumu aşsa da, acılarımı sessizlik denizindeki durgunluğumla vuruyordum. Fark etmiştim ki; çalkantıdan anlamayan sessizliği hiç anlamıyordu. Anlaşılmayı beklemeyi terk etmiş olmamın tüm beklentilerimden vazgeçmek olduğunu çok sonra anlayacaktım. Yârin anlayışsızlığı beni anlaşılabileceğim tek kapıya itmişti. İçim hüzün ile doluydu; ama bakışlarımda tereddüdün titremesinden eser yoktu. Hüznün bir lütuf olduğunu böyle keşfetmiştim. Keşfettikçe kalbime sarılıyordum; ama yar, ben kalbileştikçe kalpsizleşiyordu. Onu bir kalpsizlik fırtınasında terk edişim böyle olmuştu. Ben, her türlü kalp hayatının sırrındaydım. Yar ise, kalpsizlik çölündeki en küçük kum tanesiydi. Kâinatın sırlarına gizlediğim ismim yalnızca kalpsizlik ile yan yana değildi ve yârin kendisine yakışan yek şey kalpsizlikti. İmkânsız âlemlere hapsoluşumuz böyle olmuştu.



Halim sırra gebeydi, sır beni içinde gizliyordu. Aransam da bulunamayacağım bir yerdeydim. Sonunda gitmiştim ve mahşerin habercileri bile yerimden habersizdi. Giderken, kendimle olan o son bağımı bile kopardığımı sonradan anlayacaktım. Gidişime tüm kâinat itirazsızdı ve ben bu itirazsızlığın gönüllülük demek olmadığını da çok sonra anlayabilecektim. Aşka ait bir sır kapısından bir kez geçince, sonsuz kapının sırra dönüşmesiyle yüz yüze kalmıştım. Şikâyet etmiyordum da; bin sırra haiz olup, yârin bir sırdan bile haberdar olmaması hüzün veriyordu ruhuma. Birini bileydi diyordum, en azından birini. Bilmiyordu ve onun bilmeyişi, beni sırda sır ediyordu. Fark etmiştim ki; hüzünde gizlenen sır, acıyı bile yakan ateşten büyüktü. Sır, Hakk’tı. Sırra eren, Hakk’a eriyordu ve ben her sır deyişimde sır oluşum artıyordu.



Yine de, kusurlu bir varlıktım. İnsan olmamın yükü, yolculuğumun en çetrefilli şartıydı. Alınan onca yolun, tek bir hata ile en başa dönme tehlikesi beni ürpertiyordu. Korkum dünya telaşı ile ilgili değildi; dünya telaşına kurban gitmekti. Yolun zorlukları değildi endişelendiren, yoldan sapmaktı ve bu, yârin aşka giremeyişinden daha affedilmezdi. Sırra haiz olmak rahatlığı getirmiyordu. Çalkantılarım durgunluğa erse de kaybetmemek için korumalıydım ve biliyordum ki bunu ancak, aşk ile yapabilirdim. Aşk ise; şu an yârin elindeki bir mızraktı ve tuttuğu kalbime saplamaktan çekinmiyordu. Saplasındı. Yoluna girdiğim aşk uğruna herhangi bir şeyden çekinecek değildim. Ama ne olur, birazcık insaftı. Hep aynı yere saplamasındı. Çok şey istediğimi kalbimi yok ettiğinde anlayacaktım; ama o, bir yok oluşun bin var oluş demek olduğunu hiç anlamayacaktı.



Artık gayretin himmetten büyük olduğunu öğrenmiştim. Yârin yapacağı fedakârlıktansa, hakiki yâre olan çırpınışlar daha önemliydi ve sonunda sırların lütfedilişini getiriyordu. Yârin olmayışı ya da aşkı reddedişi, hakiki aşığı yolundan çevirmiyordu. Dünya telaşının anlamsızlığında takılan yar ise; aşığının, ufuk çizgisini terk edişini çaresiz bakışlarla seyrediyordu. Üstelik artık ne derse desindi; kâinat ona da eskisi gibi değildi. Tek bir kâinat yoktu, her insanın kendi kâinatı vardı ve ben; yâre ait olanı kendim ile büyülemiştim. O ise, reddi ile bu büyüyü bir lanete çevirmişti. Şimdi ben yoktum; ama ona ait olan kâinatın her zerresinde hüküm sürüyordum. Yine de bunun benim için bir anlamı yoktu; çünkü önemli olan nerede hüküm sürdüğüm değil, benim kâinatımda neyin hüküm sürdüğüydü. Ben, bir sırdaydım. Sır, benim kâinatımda ve yârinkinden çok uzakta.

Popüler Yayınlar