SESSİZLİK SENFONİSİ


Cehennem çukurlarından bile daha derinini keşfetmiştim. Halim, vazgeçmek gibi sınırlı bir terim ile açıklanamıyordu. Zaten vazgeçmiş de değildim; ama bu dinginlik eminim ki dışarıdan bakıldığında hiçbir şeye işaret etmiyordu. O zaman anlamıştım. İmtihana tabi tutulan yalnızca ben değildim. Benim sessizliğim yârin en çetrefilli imtihanıydı. Zira ben, onun gözünde konuşan, anlatan ve aşkın şatafatını dillendirendim. Şimdi ise sessizliğin sularında kol geziyordum ve yârim, sessizliğin dilinden anlamadığı sürece bu imtihandan geçemeyecekti. Tercihlerinin eşiğindeydi ve girdiği yol anlamamaktan yana oluyordu. Dünyanın âşıklara reva gördüğü zulmü, yar bana az görüyordu. Dünyalar başkalaşmıyordu. Ben, ona ait tüm dünyalardan çekiliyordum. Hatta el-etek çektiriliyordum. Yaptığım istemli değildi. Aşkın her zerreye nüfus etmesi gibi koşulsuz ve engelsizdi. Tüm bu el çektirme sırasında kalbime usulca sızdırılan ise; Hakkın bu olduğuydu. Hakk; yarsızlık değildi. Hakk, aşkın hakkını veremeyenin Hakk’sız bırakılmasıydı.

Yarsızdım; ama Hakk’sız değildim. Çok sonraları fark etmiştim ki; aslında yarsız da değildim. Kalbime mühürlenen ismin gerçekte bir hatırlatıcı ve yol gösterici olduğunu artık anlamıştım. Yine de ruhuma esintisiyle yön veren hüzün rüzgârlarının tek anımsattığı kalbimin yerinde duran o ateş parçasıydı. Üstelik kalbim, yârin ellerinde dağılıp gittiğinden bu yana ateş parçacıkları her hücremi rehin almıştı. Şimdi ben, aşkın ateşinin yaşayan temsiliydim ve temsili olsam da temsil ettiğim hakikat kadar yakıcıydım. Yanıyor olmakla yakıyor olmayı aynı anda taşımak gibi bir kaderdi benimki. Yanıyordum. Yanaydım. Yâri yakıyordum. Yansındı. Kimilerinin acımasızlık olarak niteleyeceği bu denklemi ben gereklilik olarak görüyordum. Aşkın gerekliliği. Bu gereklilik yanarken yakmak, yakarken yanmaktı. Ama asıl düstur sessizlikti. Sessizliğin en sonsuz ve en derin hali. Hatta bir dostun kendine yakıştırdığı gibi; gereklilik, sessizlik senfonisiydi.

Yokluğun varlığa gebe oluşunu sessizliğin sularında demlenirken fark etmiştim. Korku, duyarsızlaşmaya, yalnızlık ta kendine alışılmaya mahkûmdu. Yardan ayrı kalmak, benliğini yârin şahsında yok etmek meğerse yârin varlığına ve sonsuz hükmediciliğine gebe olmakmış. Ama yine de bu hakikatin her kalpte yeri yoktu ya da bu hakikatin sırrı öyle her kalbe sızdırılmıyordu. Önce aşkın dünyalık lezzeti veriliyordu, sonra da kıymet bilinirse açılıyordu kapılar bir bir. Ya da verilen her şey gibi alınıyordu. Kıymet bilmeyen ya da hainlik eden yar huzurdan kovuluveriyordu. Artık çırpınışlar boşa, beddualar etkisizdi. Zira belliydi ki; yar kıymet bilmezse Hakk kıymet bilirdi. Tüm yolların aşka çıktığı bir coğrafyada, yoldan çıkmak veya yolunu kaybetmek ne denli affedilmezdi, şimdi anlıyordum. Anlamamın, anlatabilmeye yetmeyişi ile de yolun yalnız yolcusu ve sükûnetin bahtsız müdavimi oluveriyordum. Bahtsızlığımın ise aslında özü gizlenen bir baht olduğunu çok sonra anlayabilecektim.

Zaman tüm oluşumları sınırlasa da aşkı kapsamaya ya da belirlemeye yetmiyordu. Zamandan çoktan sıyrılmış, kendimi bambaşka bir mihenk noktasına bağlamıştım. Önceleri bunu yârin şahsına bağlasam da hakikatin o şahsı bile anlamlı kılan bir şey olduğunu anlamıştım. İnsan bile bir hakikat ile anlamlıydı. Yârin hakikati bendim; ama ben, yarda kayıptım. Bu kayboluş; aşkın, âşık ile maşuka biçtiği kaderdi. Çok sonraları görmüştüm, bu kadere isyan ederek, hakikat uğruna yırtıp geçtiğim denklemler, yârin ufuk çizgisine bile değmiyordu. Ufuk çizgisine değmeyen aşk bile olsa, o yar kalbimi dağıtmasını iyi biliyordu. Bilmediği şeyse; dağıttığı kalp zaten onundu ve aslında kendini yok ediyordu.

Popüler Yayınlar