SES...
Hiçbir ruh halinin dinginliğe varmadığını ve her dinginliğin aslında yeni bir cinnete gebe olduğunu artık anlamıştım. Dünya nimetlerine olan bağımın kopuşundan değil, yâre olan bağlılığımın bir bencillik olup olmadığından korkuyordum. Kâinattaki her oluşu yar diye görüyor olmanın nasıl bir bencillik olacağını aklım almıyordu. Ben, yar bana pervane olsun diyen değildim ki bencil olayım. Yâre pervane olan ve sonunda kendimi ateşlerde yakandım. Umut edişim yâri bir gerekliliğe itişimden değildi. Âşık, umut ederdi ve ben, yalnızca âşıklara biçilen kaderdeydim. O zamanlar her umudumun boşa gideceğini henüz bilmiyordum. Bin kez umut etmiş bin kez çarpılmıştım. Çarpıldıkça aşkım büyümüş, aşkım büyüdükçe yangınım sınırsızlığına ermişti. Kâinatı yaktığını gördüğüm alevlerin gün gelip ruhumu da küle çevireceğinden o zamanlar habersizdim.
Ruhumun en derin karanlığının arkasına gizlediğim bir yâre meftundum. Öyle bir karanlık ile gizlemiştim ki onu; ne yüzünü görebiliyor ne de yâre varacak bir yol bulabiliyordum. Anlamıştım ki; en derin karanlık ta bendim ve kendi karanlığımın içindeki yangınlarda ruhumu kurban vermiştim. Yine de ruhumu kurban edişimin yâri kurban edişim olacağını anlayamamıştım. Feda edişlerim bir beyhudeliğin destanı olmuştu. Çaresiz çırpınışlarımı yâre duyurmaya çalışsam da, içten içe biliyordum ki; ben, hiçbir kulak tarafından duyulan bir ses olmayacaktım. Kalbimin yorgunluğu, ilgiye muhtaç hastalıklı ruhların yorgunluğuna benzemiyordu. Tarifi yoktu, hastalığı yoktu; ama yorgundu ve içime doğan hissiyat; bu yorgunluğun, onu vuslattan alıkoyacağıydı. Beni vuslattan alıkoyanın bir kalp yorgunluğu değil de kendim olduğumu sonradan fark edecektim.
İsmim en içli dualardan silindiğinden bu yana dilimdeki dualar da eksiliyordu. O zaman anlamıştım ki; kendi ismimi unutarak isimsizliğe düşüşüm bir kâbuslar zincirinin en sert halkasıydı. İçinde kaybolduğum dipsiz kuyulara yeni bir çıkmaz ekleniyordu ve eklenen her yeni çıkmaz yârin sonsuzluğuna mahkûm etse de, vuslatın imkânsızlığını yudumlatıyordu. Yârin sonsuzluğunun kalbimin en kutsal tahtında yeri vardı da; ben, bir vuslatın imkânsızlığını hak eden değildim. Hak etmediğimin kaderime reva görülmesiyle kederimin derinliği ruhumu sonsuz kez sarsmış oluyordu. Âşıklara kâinatın en adaletsiz cezalarının reva görüldüğünü öğrenişim de böyle olmuştu. Aşka her şeyini feda edenin anlayanı da olmuyordu ve ben, aşkın kimsesizliğinin beni hangi kapıya çıkaracağını bilmeden meçhule adımlıyordum. Her adımımın bir başka son olacağını o zamanlar fark etmemiştim.
Aşk; bazen yılgınlığın adıydı. Yârin anlayışsızlığına olan yılgınlığın ve anlaşılma umutlarının bitişinin adıydı hatta. Umutsuzluğuma açılan kapılardan ne zaman geçmiştim farkında değildim de, bakışımı bulandıranın umutsuzluk olduğunu artık anlıyordum. Beklentilerim çaresizliğimin sebebi, aşka olan bağımlılığımsa yok oluşumun yegâne kaynağıydı. Çaresizliğin de yok oluşun da kalbimde yerini çoktan hazırlamıştım; ama hicranın ateşini koyacak yer bulamıyordum. Kalbimi söküp, yerine kordan bir hicran parçacığını yerleştirmem de böyle olmuştu. Yârin ellerinde hançerlense de kalbim; aslında onun da sebebi bendim. Kıymet bilmezi kıymetlim eyleyişimin, Hakiki Kıymetli’ye ihanet olacağını o zamanlar bilmezdim ve ben, kendi kalbimin katili kendi ruhumun cellâdıydım. Gün gelip onlar olmadan yaşamaya mahkûm edileceğimden habersizdim.
Ruhumun en derin karanlığının arkasına gizlediğim bir yâre meftundum. Öyle bir karanlık ile gizlemiştim ki onu; ne yüzünü görebiliyor ne de yâre varacak bir yol bulabiliyordum. Anlamıştım ki; en derin karanlık ta bendim ve kendi karanlığımın içindeki yangınlarda ruhumu kurban vermiştim. Yine de ruhumu kurban edişimin yâri kurban edişim olacağını anlayamamıştım. Feda edişlerim bir beyhudeliğin destanı olmuştu. Çaresiz çırpınışlarımı yâre duyurmaya çalışsam da, içten içe biliyordum ki; ben, hiçbir kulak tarafından duyulan bir ses olmayacaktım. Kalbimin yorgunluğu, ilgiye muhtaç hastalıklı ruhların yorgunluğuna benzemiyordu. Tarifi yoktu, hastalığı yoktu; ama yorgundu ve içime doğan hissiyat; bu yorgunluğun, onu vuslattan alıkoyacağıydı. Beni vuslattan alıkoyanın bir kalp yorgunluğu değil de kendim olduğumu sonradan fark edecektim.
İsmim en içli dualardan silindiğinden bu yana dilimdeki dualar da eksiliyordu. O zaman anlamıştım ki; kendi ismimi unutarak isimsizliğe düşüşüm bir kâbuslar zincirinin en sert halkasıydı. İçinde kaybolduğum dipsiz kuyulara yeni bir çıkmaz ekleniyordu ve eklenen her yeni çıkmaz yârin sonsuzluğuna mahkûm etse de, vuslatın imkânsızlığını yudumlatıyordu. Yârin sonsuzluğunun kalbimin en kutsal tahtında yeri vardı da; ben, bir vuslatın imkânsızlığını hak eden değildim. Hak etmediğimin kaderime reva görülmesiyle kederimin derinliği ruhumu sonsuz kez sarsmış oluyordu. Âşıklara kâinatın en adaletsiz cezalarının reva görüldüğünü öğrenişim de böyle olmuştu. Aşka her şeyini feda edenin anlayanı da olmuyordu ve ben, aşkın kimsesizliğinin beni hangi kapıya çıkaracağını bilmeden meçhule adımlıyordum. Her adımımın bir başka son olacağını o zamanlar fark etmemiştim.
Aşk; bazen yılgınlığın adıydı. Yârin anlayışsızlığına olan yılgınlığın ve anlaşılma umutlarının bitişinin adıydı hatta. Umutsuzluğuma açılan kapılardan ne zaman geçmiştim farkında değildim de, bakışımı bulandıranın umutsuzluk olduğunu artık anlıyordum. Beklentilerim çaresizliğimin sebebi, aşka olan bağımlılığımsa yok oluşumun yegâne kaynağıydı. Çaresizliğin de yok oluşun da kalbimde yerini çoktan hazırlamıştım; ama hicranın ateşini koyacak yer bulamıyordum. Kalbimi söküp, yerine kordan bir hicran parçacığını yerleştirmem de böyle olmuştu. Yârin ellerinde hançerlense de kalbim; aslında onun da sebebi bendim. Kıymet bilmezi kıymetlim eyleyişimin, Hakiki Kıymetli’ye ihanet olacağını o zamanlar bilmezdim ve ben, kendi kalbimin katili kendi ruhumun cellâdıydım. Gün gelip onlar olmadan yaşamaya mahkûm edileceğimden habersizdim.