İRADE...
Hüzün, kalpte kemale eriyordu. Artık emindim ki; ateşler ile kavrulan bir kalbin eritemeyeceği bir buz çölü yoktu. Hakk aşkı ile kul aşkını birbirinden ayıralı çok olmuştu ve ben biliyordum ki; bir aşk Hakk’a çıkmıyorsa, kul ne kadar büyük olursa olsundu. Küçüklüğümü anladığımda, aşkı anlatmak için kurduğum tüm cümlelerin ağırlığı altında ezilivermiştim. Herkes gibiydim. Büyüdüm, dedikçe aşktaki küçüklüğümü keşfediyor ve onun sınırsızlığına bir kez daha hayran oluyordum. Tarif edilebilirliği ile tarif edilemezliği arasındaki gel-gitlerim, cehennem alevlerine düşüp düşüp çıkmam gibiydi. Dillendiremediğim aşkın cehennem gibi oluşuna mı yanaydım yoksa ruhumu kavuran özlemin bitmez tükenmezliğine mi, çözememiştim. En nihayetinde ben bir âşıktım ve aşığa cehennemin işlemediği ruhuma salık veriliyordu. Kavruluşa rağmen, korku alevden de değildi özlemden de. Korku; aşığı ayakta tutan minicik umut ışığının yok olup gitmesindendi.
İçimde yaşattığım özlemimi bile sessizliğe gömüşüm, fedakârlıklarım için yargılanışımla olmuştu. Yar; ona ait olan en safiyane halimi yargılayınca, ben; yüzümü karanlıklara boğmaya kalkmıştım. Utancım, kabahatimden değil kendimi anlatamıyor oluşumdandı. Ve anlamıyor olanın yârin olabileceğini kalbime kabul ettiremiyordum. İçimdeki hissiyatın hakiki bir aşk yolculuğu olduğunu o zaman anlamıştım. Tozuna, kusuruna rağmen aşka sahip çıkan kalbim, aklımı etkisizleştirivermişti. Vazgeçtiğim hiçbir halin hesabını kendimden sormadığım gibi yargılanacağımı da düşünmemiştim. Yanılmışım. En büyük yargılayıcımın yârim oluşuyla sarsıldım ve kendimi en büyük sığınağım sessizliğe kapattım. Açılacak kapılardan içeriye yalnızca ümitsizliğin ve anlayışsızlığın gireceğini bilerek, hiçbirini aralamadım bile. Bir gün, o kapıların sihirli bir anahtar ile yerinden söküleceğinden habersizdim.
Aşka değer katanın sadakat olduğunu bilerek bekledim. Gözüme de tenime de başka hayal girmiyor ve değemiyordu. Uçurumun kenarına kadar yürüyüp, “ben geri döndüm” demeyi, marifetten saymıyordum. “Yaklaşmayın” diyordu ya, yaklaşmıyordum. Biliyordum ki; bir kula sadık kalabilen Hakk’a da sadık kalabiliyordu. Yâre olan hayale başka bir gölgeyi düşürmeyi bile ihanet sayıyordum; ama yine de hesap sormuyordum; çünkü asıl hesap sorucu ben değildim. Hem ben yalnızca kendi aşkımdan ve bu aşkın yârin kalbindeki nüfuzundan mesuldüm. Mesuliyetimin bir mağduriyetin başlangıcı olacağını o zamanlar bilmiyordum. Hüzünle yoğrulan kalp, sessizliği ile yükseldiği makamlardan, iradesinin çatlaması ile tepetaklak aşağı yuvarlanıyordu. Kalbim, yârin elinde parçalanmadan önce, yârin iradesinin çoktan çatlamış olduğunu sonradan fark edebilmiştim.
İnsanın kalbinde her şeye cevap varmış ta çatlayan bir iradenin tarifi yokmuş. Dile vurulan kelepçenin bir destanın unutulması misali olduğunu o zaman anladım. Ne kadar az kişi bilirse o kadar değer o kadar gizem atfediliyordu. Yar bilmiyordu; ama adını bile çok az anışım gizemlerini ortalığa sermek istemeyişimdendi. İşte bu yüzden bütün âşıklar “yar” derdi. İsmi ayyuka çıkarmazdı. Yârin ismi Hakk’ta gizliydi ve aslında yârin Hakk olduğunu bir âşık bir de Hakk bilirdi. İsmi gizlenen yar, Hakk’a gizlenen âşık gibiydi ve aşk; yârin isminde değil, Hakk’ın özündeydi. Bağlılığımın dünya telaşından sıyrılışı gibi cismaniyetin güzelliğine isyan etmiştim. Bazı isyanlar, asiyi asil kılıyordu. Yar için dünyaya, Hakk için yâre isyan etmiştim.