HAKİKAT
İçinde bulunduğum evrene baktığımda, beni sarmalayan boşluğun alelade bir sebepsizlik değil, bir hakikat yolculuğu olduğunu anlıyordum artık. Benim kâinattaki diğer yolculardan tek eksiğim; bu yolda bir sırdaş bulmak çok zordu ve ben hala bulamamıştım. Ben, her ana ve her zerreye sırdaş olmuştum da hiçbir an ve hiçbir zerre bana sırdaş olamıyordu. Yardan istediğim, bu yolda bana sırdaş olmasıydı; ama onun dediği artık olmadığıydı. Yârin olanaksızlığına düşmüştüm. Bu kez ve son kez öyle bir parçalamıştı ki kalbimi, kâinat her zerresine kadar yârin olsa, ben bu hakikat yolculuğumdan geri durmayacaktım. Aşk; en çetrefilli çelişkilerin kurgulandığı bir denklemdi ve ben o denklemdeki eşitliktim. Artık eşitlik bozulmuştu. Ya da eşitlik bana yetmemişti ve çizgileri ile aşkı fanilikte sınırlayan denklemi yırtıp geçmiştim. Bu geçiş son geçiş olmuştu. Geride kalan her ne vardıysa her biri dünyanındı ve benim değildi. Kaderime giren hakikatti, ben hakikattim ve hakikat benimdi.
Akıl dâhil, her türlü dünya nimetini isteyenin emrine bırakmıştım. Akıldan vazgeçişim kimilerinin kitabında akılsızlık olarak gözükse de, ben biliyordum ki; hakikat yolunda akıl zaten bir engeldi ve Yüce Yaratıcı isteyene akılı versindi, isteyene de aşkı. İnsan; kendini sınırlayan denklemi yırtıp, hakikat yoluna ilk adımı attığında, kendini de o faniliğe takılanı da ebediyete kadar aynı denklemin içinde bırakıyordu. Kendi mahkûmiyetimin sınırlarını belirlerken, kendi özgürlüğümün sınırsızlığını da böyle keşfetmiştim. Artık aşk benim için efendi-köle ilişkisi değildi. Garipti ki, ben kendimden geçerek aşkın kendiliği haline gelmiştim ve artık hakikatin anahtarını elimde tutuyordum. Yine de aklın bataklığına saplanıp kalan yârin, peşimden pervaz edip geleceğine dair umudum, az da olsa yüreğimi ısıtıyordu. Her umut gibi bunun da boşa çıkacağından ve kalbimde hüküm sürecek olan buz çöllerinin soğuk esintisi olacağından habersizdim.
Aşkın en hakikisi, aşkın sahibine olanıydı ve ben bu yolda tüm gerçekliklerden bir bir sıyrılarak ilerliyordum. Kader çizgimin dışına taşmış ve tüm paralel evrenleri çoktan şaşırtmıştım. Farkındaydım; aşk, kâinat ötesi bir oluşumdu ve nüfuz ederek büyüdükçe sonsuzluğunu hiçbir fizik kuralı açıklayamıyordu. Ama yine de sayıların önemine inananlar, kendi büyüklüklerini kâinata oranladıklarında ne kadar etkisiz olduklarını göremiyorlardı. İnsan; kâinattan küçüktü, kâinat ta aşktan. İnsan ruhu aşk olduğunda ise her şeyi kapsıyordu. Kendini bile. Kendimi kapsayışım kendimden sıyrılışımla olmuştu. Hiçbir karinenin işlemediği ve belirleyemediği bir yoldaydım ve bu yol, hakikatlerin en hakikisine çıkıyordu. Yine de biliyordum ki; işin ucunda kimi kirli gönüllüler gibi yolumu kaybetmek de vardı. Tek korkum; kayıp bir hakikat yolcusu olmaktı.
Edebiyle yürümeyen, edepsizliğin temsilcisi oluyordu ve Hakk’a adanan bir hayat için en acı son buydu. Korkmuştum. Bu korkum yârin aşktan korkusu kadar basit ve küçük değildi. Sınırlı tüm denklemleri yırtarak girdiğim hakikat yolunda kara bir delik vardı: ismim için ve ismime yazılan her şeyin silinip gitmesi. Beni bu sondan koruyacak tek şey bir sırdaştı ve benim sırdaşım yoktu. Yalnızlığın kendisine reva görüldüğü ben, kader çizgimin dışına taşarken yalnızlığımı da tüm oluşlara bulaştırıvermiştim. Kurtulmaya çalıştıkça batıyor, kıvrandıkça kendisiyle bütünleşiyordum. Aslında yalnızlığımın en büyük sırdaşım olduğunu çok sonra anlayabilecektim. Anlayacaktım ki; aşkın hakkını verebilen her ruh, yalnızlık ile ebedi kardeşti ve bu kardeşlik ta ezelden geliyordu. Yolun kendisi cennet bahçelerini aratmayacak yalnızlık kokuları ile doluydu ve ben bu koku için yaşıyordum.