GÜL...
Güllere kokusunu salan bir sevgilinin ardına düşmüştüm. Aşkın sınırsızlığına mihenk oluyordu ve ben, bir hüzün makamının doruklarında benliğine katılmayı bekliyordum. Derunumdaki her yangın ona gidişimin habercisiydi ve yârim, kokusunu güllerden almıyor, tenindeki kokuyu güller ile paylaşıyordu. Kokusunun zerresini taşıyan bir gül olduğumu hayal ettiğim anları hatırlıyordum. Hayallerim hep tepe taklak oluyor ve ben, bir gülde diken bile olamıyordum. Talihimin kırılganlığı ruhuma saplanıyordu. Kendime her şeyi anlatabiliyor; ama yârime koşuyorum sandıkça, aslında hep uzak kaldığımı kabullenemiyordum. İnsan olduğum için bir hatalar yumağına dönüşme ihtimalim olduğunun farkındaydım ve bu ihtimali ortadan kaldırabilecek kişi yârimdi. Ama ben, yardan uzaktaydım. Hicrandaydım. Varlığımın anlamına erme hayalimin yakınında bile değildim. Bir gel-gitler girdabının en yükseğinde ve en dibindeydim. Bir aşk çıkmazının hem başında hem sonundaydım.
Son dediğim her cümle başlangıcım oluyordu. Her başlangıç naif umudumun bir sonu. En çıkılmaz kuyuya düşmüştüm ve kabullenemesem de unutulmuş ya da umursanmıyordum. Yârin kalbindeki değersizliğimin bilincine varalı çok olmuştu, hatta bu değersizliğim kendi kalbimde bile kabul görmüştü. En çıkılmaz kuyu insanın kendinden vazgeçmesiydi ve ben kendimden vazgeçmiştim. Vazgeçmenin bile bir bedelinin olduğunu sonradan anlayacaktım. Küskündüm. Yüreğim ruhuma, ruhum benliğime, benliğim aciz irademe küsmüştü. Yine de, burnuma gelen yârin o gül kokusu, yok olmamı engelliyordu. Bir kokuya müptela oluşum böyle olmuştu ve kâinattaki her kokuyu artık tek bir koku ile açıklıyordum. Açıklayabildikçe anlayabiliyordum ki; güller bile yârimin kokusuna hayrandı. Kendi aşkım kendi kalbime sığmaz olmuştu ve ben bu sonsuz hissin küçük bir izdüşümü olan bir kokuya bağlanmıştım.
Bahtımın kırılganlığına kırılıyor ve aşk sınırsızca büyüse de kendimi çelikten bir kabuk ile çevrelenerek, hapsolmuş hissediyordum. Biliyordum ki; bu hapsolmuşluk hissi hicrandan ve de vuslat arzusundandı. Gözbebeklerimin titreyerek beklediği vuslatı rüyalarımda bile göremez olmuştum. Oysa zamandaki her bir an parçacığında belki binlerce kez kalbimi daraltan ve sonra tekrar ferahlatan aşktı ve aşkın, âşıkların kalbindeki karşılığı hicran olmamalıydı. Dünya haliydi. Âşıklar hor görülür, hainler el üstünde taşınırdı ve benim kalbim; el üstünde taşınan bir hain olmaktansa itilip kakılan bir âşık olmaya razıydı. Bekleyiş çilem dolmuyor, bakışlarıma baharlar gelmiyordu. Işıktan kanatlarım yoktu ki âlemler ötesine uçaydım. Hepi topu kendimdim ve âşık cesareti ile kâinata meydan okuyordum. Talibi olduğum aşkın, kâinatın var olma sebebi olduğunu sonradan anlayacaktım.
Aşkın bir hakikat yolculuğu olduğunu anladığımdan beri kalbime saplanan hakikat oklarını canım pahasına koruyordum. Yol, uçurum üstü bir uçurumdu ve hakikat keskinlerden bile keskindi. Bu yüzdendi gözle görülemeyen bir kokunun ruhumu hırpalayıp durması. Hırpalanışlarımsa bana reva görülen, ona da razıydım. Zira biliyordum, ben ne kadar parçalanarak çoğalırsam aşkım da o denli çoğalıp yayılacaktı ve sonsuz olduğunu bildiğim o his, sınırsızlığın sonsuzluğuna erecekti. Kalbimdeki formül basitti. Koku, sonsuzluğa eşitti. Sonsuzluk ise yâre. Ben denklemin de aşkın da etkisiziydim. Hep etkilenen; ama hiç etkileyemeyendim. Bir aşk ile bir kez etkilenince anlamıştım; aşk, kendi sonsuzluğumun sınırlarına kadar nüfuz etmiş ve bana dair ne varsa hepsini bir bir kendisine meftun kılmıştı. Gül kokusu ruhumda hüküm sürüyor, ben; güllere yâri hatırlattığı için bir başka özlemle bakıyordum.