CAN...
Hakikat yolculuğumun sonlarına doğru, bir yok oluşun kaderime ilmik ilmik işlenip kalbimin aşka olan bağlılığının ateşler ile terbiye edildiği günlerde rastlamıştım ben Can’a. Parçalanmış ve kâinatın en ücra köşelerine kadar dağılıvermiştim. Sonsuz bir belirsizliğin iflah olmaz isyankârı bendim ve ben, kendi kalbindeki yıkımları hiçbir kula reva görmeyendim. Son bir can havli ile kanatlarımı bir Can’ın üzerine gerişim de böyle olmuştu. Hissiyatımın, hesapsızlığın hüznünün daha da derine inmesine sebep olacağını biliyordum. Yine de adımın, hükmü peşinlerin adlarının yanına yazılmasına razı değildi gönlüm ve ben, bir aşk yolculuğunda en çok ta hükmü peşin olmayandım. Yârin bana peşin hükümlü olduğunu ise çok sonra anlayabilecektim. Oysa anlayabildiklerimi anlatma çabamın beyhudeliğe mahkûm olduğunu, âşıkların kaderinin varlık ülkesinin her yerinde ebedi anlaşılmazlıkla birlikte örüldüğünü de biliyordum.
Aşkın, tüm bilinenlerin dışında kaldığını ve kendisine dair, bir zerre dahi bilgi alanına girse, o an kendi özünü değiştirdiğini artık anlamıştım. Anladıklarımı Can’a sunuyor, kalbinde karşılık bulmasını umuyordum. Sonradan fark etmiştim ki; sonsuz umudundan vazgeçen ben, hala anlaşılabilmeyi umut ettiğim bir kalp arıyordum. Yanıma yaklaşan kalpleri yakabileceğimden o zamanlar habersizdim. Attığım sessiz çığlıkların başka bir kalpte yankılandığını görebiliyor ve kederimi hisseden Can’ın o kederi hafifletmek istercesine bakışlarını bakışlarıma mıhladığını da sezebiliyordum. Yardan başka her bakışa sırt çeviren ben, Can’ın bakışlarındaki yıldırımla pür dikkat oluyordum. Yine de ne ben biliyordum ne Can biliyordu. Aşkta öyle bir keder gizliydi ki; her bakışın katili, her yıldırımın yok edicisiydi. Can’ı kendimden koruma gayretim de bu yok ediciliği fark ettiğimde başlamıştı.
Kederimin bana seraplar gösterişi işte böyle olmuştu. Varlık âleminin kusurlu aşığı ben miydim de vuslat sürgünüm bitmiyordu. Ya da ben, nasıl bir mahkûmiyet ile mahkûm edilmiştim ki; Can’ın bile kalbine korku, aklına karışıklık salıyordum. Anlamıştım; kaderim, kederime sırdaş bulduğum zannı ile oyalıyordu beni. Sonu benliğim gibi oluyordu. Bir kere elini uzatıp bin kere sırtını dönüyordu. Naif kalbimin son çırpınışının nihayete erişi de böyle olmuştu. Öyle bir girdaba düşmüştüm ki; kederimde payı olan hiçbir şeyin sonu gelmiyor; ama benliğime dair ne varsa, hepsi bir bir son buluyordu. Bu son buluşun, içimdeki son direnişi de kırıp atacağının o zamanlar farkında değildim. Farkındalıklarımın çizgisi değişmişti ve ben, yâre giderken vurulduğum doruklarda bir kez de Can’a giderken vuruluyordum. Garipti ki; yâre de cana da gönül koymuyordum. Aslında tüm kırgınlıklarımın kendime olduğunu da böyle anlamıştım.
Titreyen her kalbin bir koruyucusu olduğunu sanırdım. Yanılmış mıydım, bilmiyorum; ama ben, kendi kalbimi koruyamadıktan sonra, benim kalbimi kim nasıl koruyacaktı onu da anlayamamıştım. Kimsenin kalbimi koruyamayacağına olan inancım da böyle oluşmuştu. Bir korkuya kurban gidiyor ve kalbimin titreyişlerini yok edercesine inkâr ediyordum. Aşkın karanlığının, insan oluşun özünü bile sarsacağını artık anlamıştım. Aşk yolculuğunda her kıyım durağına uğramıştım ve hicranın acımasızlığına maruz kalmıştım. Bu yolculukta payıma düşen ise vuslatın imkânsızlığıydı. Aşk, imkânsız bir vuslat talebiydi ve her büyük talep gibi yalnızca aşığın kalbinde değer bulabiliyordu. Vuslatı talep etmekten vazgeçeli çok olmuştu da hiçbir âşık; aşkın, yârin kalbinde değer bulmamış olmasını kabullenemezdi. Kabullenemezliğe mahkûm edilişim de böyle olmuştu.
Aşkın, tüm bilinenlerin dışında kaldığını ve kendisine dair, bir zerre dahi bilgi alanına girse, o an kendi özünü değiştirdiğini artık anlamıştım. Anladıklarımı Can’a sunuyor, kalbinde karşılık bulmasını umuyordum. Sonradan fark etmiştim ki; sonsuz umudundan vazgeçen ben, hala anlaşılabilmeyi umut ettiğim bir kalp arıyordum. Yanıma yaklaşan kalpleri yakabileceğimden o zamanlar habersizdim. Attığım sessiz çığlıkların başka bir kalpte yankılandığını görebiliyor ve kederimi hisseden Can’ın o kederi hafifletmek istercesine bakışlarını bakışlarıma mıhladığını da sezebiliyordum. Yardan başka her bakışa sırt çeviren ben, Can’ın bakışlarındaki yıldırımla pür dikkat oluyordum. Yine de ne ben biliyordum ne Can biliyordu. Aşkta öyle bir keder gizliydi ki; her bakışın katili, her yıldırımın yok edicisiydi. Can’ı kendimden koruma gayretim de bu yok ediciliği fark ettiğimde başlamıştı.
Kederimin bana seraplar gösterişi işte böyle olmuştu. Varlık âleminin kusurlu aşığı ben miydim de vuslat sürgünüm bitmiyordu. Ya da ben, nasıl bir mahkûmiyet ile mahkûm edilmiştim ki; Can’ın bile kalbine korku, aklına karışıklık salıyordum. Anlamıştım; kaderim, kederime sırdaş bulduğum zannı ile oyalıyordu beni. Sonu benliğim gibi oluyordu. Bir kere elini uzatıp bin kere sırtını dönüyordu. Naif kalbimin son çırpınışının nihayete erişi de böyle olmuştu. Öyle bir girdaba düşmüştüm ki; kederimde payı olan hiçbir şeyin sonu gelmiyor; ama benliğime dair ne varsa, hepsi bir bir son buluyordu. Bu son buluşun, içimdeki son direnişi de kırıp atacağının o zamanlar farkında değildim. Farkındalıklarımın çizgisi değişmişti ve ben, yâre giderken vurulduğum doruklarda bir kez de Can’a giderken vuruluyordum. Garipti ki; yâre de cana da gönül koymuyordum. Aslında tüm kırgınlıklarımın kendime olduğunu da böyle anlamıştım.
Titreyen her kalbin bir koruyucusu olduğunu sanırdım. Yanılmış mıydım, bilmiyorum; ama ben, kendi kalbimi koruyamadıktan sonra, benim kalbimi kim nasıl koruyacaktı onu da anlayamamıştım. Kimsenin kalbimi koruyamayacağına olan inancım da böyle oluşmuştu. Bir korkuya kurban gidiyor ve kalbimin titreyişlerini yok edercesine inkâr ediyordum. Aşkın karanlığının, insan oluşun özünü bile sarsacağını artık anlamıştım. Aşk yolculuğunda her kıyım durağına uğramıştım ve hicranın acımasızlığına maruz kalmıştım. Bu yolculukta payıma düşen ise vuslatın imkânsızlığıydı. Aşk, imkânsız bir vuslat talebiydi ve her büyük talep gibi yalnızca aşığın kalbinde değer bulabiliyordu. Vuslatı talep etmekten vazgeçeli çok olmuştu da hiçbir âşık; aşkın, yârin kalbinde değer bulmamış olmasını kabullenemezdi. Kabullenemezliğe mahkûm edilişim de böyle olmuştu.