AYRILIK...



Ayrılığın bambaşka bir iklim olduğunu anlayışım yâre giden yolda ilerledikçe kavuşamamam ile olmuştu. Menzil uzundu ve ben, her bitti dediğimde yolun henüz başında olduğumu keşfediyordum. Ayrılık, öyle ateşten bir gömlek giymek kadar basit değildi. Ayrılık; ruhun ateşten bir bedene hapsolmasıydı. Ten değildi yanan, kalp değildi. Ruhun her bir zerresiydi ve yangını yalnızca o ruhu hissedebilenler görebilirdi. Ayrılık hicrana, ayrılık umutsuzluğa gebeydi ve ayrılık çemberinin içerisinde aşığın ruhuna iyi gelebilecek hiçbir emare yoktu. Çemberin merkezindeki mahkûmiyetim ruhumun hapsoluşu ile başlamıştı ve kalbimde, mahkûmiyetimin bitişine dair hiçbir umut kalmamıştı. Kâinat bile bakışlarımı buğulandıran gözyaşlarımın arkasında kaybolup gidiyordu. Hiçbir şey olmayı, hiçbir şeyim olmaması ile ayırt ettiğim gün işte o gündü. Varlığın en sert tanımlarını tekmeleyişim, ayrılık çemberinde hapsolsam bile, dünyaya meydan okuyuşum da o gün başlamıştı.



Ayrılık; var edilmiş en makûs talihti ve bakışlarım, bir çift gözün bakışlarına kilitlendiğinden bu yana, benim talihim ayrılığa yelken açmıştı. Hiçbir durgunluk ve kâinatı velveleye verecek hiçbir kelime ayrılığın prangalarını parçalayıp geçemiyordu. İnsan fark ediyordu ki; gerçek esaret ilk önce kendine ve kendi hislerineydi. Varlığın geri kalanı benden hür kılınmıştı da; ben, kendime ve kendi hislerime takılıp esir edilmiştim. Ayrılığa galebe çalmadığım her savaşım beni ayrılığa köle ederken yârin hicranına da bağlıyordu. Yardan ayrıydım da yârin hicranından ayrı değildim. İşte bu yüzden bu hicranı da ayrı bir seviyordum. Hicranın, zihnimi ve kalbimi bulandırması böyle olmuştu. Sonsuz zerreye hükmeden aşkın sonsuz zerreme hükmetmesiyle, ayrılığın hicranı yazgım oluvermişti ve ben, en çetrefilli ayrılık labirentinde yolunu bulma gayretindeki bir esir hükmüne girmiştim.



Yârin olmadığı dünya; baharın gelmediği kış, günün doğmadığı gece gibiydi. Dünya, karabasanlar tarafından işgal edilse de gölümde yârin aşkı hüküm sürüyordu. Bu yüzden de aşk; en derin karanlığın içindeki ışık gibiydi. Ama ben, o günlerde ışığın yakıcılığından habersizdim. Habersizliğim hesapsızlığımdandı. Daha önce hiç görmediğim bir aşkın ışığı ile büyüleniyordum ve tek yapabildiğim, kendimi bu büyünün hazzına bırakıvermekti. Ateşe uçan pervaneler gibiydim. Aşktan kanatlarım ile hicranın cehennemine uçuyordum ve tek korkum yanmak değil, aşkın ışığının sönmesiydi. Ayrılığın korkular üstü bir kâbus olduğunu çok sonra anlayabilecektim ve her anlayış gibi benim ki de zamanını şaşırmış, işlevini çokta n yitirmiş bir anlayış olacaktı. Ve kavrayacaktım ki; anlıyor olmak ayrılığı bitiriyor olmaya yetmeyecekti. Son sözü yine içine hapsolduğum, kâinatı çevreleyen ayrılık çemberi söyleyecekti.



Bahtıma ayrılık düştüğünden beri, ismi okunmaz yârin gözlerine meftun oluşum kaderimi yeni hüzünlere gebe kılmıştı. Bir seseydi bazen özlem, bir bakışa hatta. Varlığın girdabından sıyrılan her âşık gibi maşuka kavuşma adınaydı özlem. Ben; her yolun maşuka çıktığını bilerek girmiştim aşka. Elbet ayrılığımın da sonu maşuktu. Elbet, benim bahtıma da işlenen ayrılık alfabesi, gün gelip tersten okunacaktı. Umut edişimin ve vuslata inancımın yârin ellerinde hançerlenerek paramparça olan kalbim ile birlikte dağılacağından habersizdim. Anlamıştım ki; aşk, gücüyle paralel bir narinlik arz ediyordu. Bir kalbi ne kadar çok elde edip ne kadar çok hükmederse o kadar da narinleştirip kırılgan hale getiriyordu. Benim kırılganlığım yârin kabalığından değil, ona olan aşkımın gücündendi.

Popüler Yayınlar